26 Şubat 2017 Pazar

Cehennem



Allah Taksiratını Affetsin

Allah taksiratını affetsin:Ölüden söz ederken "Tanrı günahlarını bağışlasın" anlamında kullanılan bir söz. 
''Allah tahsilatını affetsin'' diye bilen ve söyleyenler var 😊 Acaba,tahsil hayatında kopya çektide onu affetsin mi demek istiyor ya da çek senet mafyası gibi birşeydi de tahsilat yaparken işledikleri günahlar için mi af diliyorlar ? 😜

19 Ekim 2012 Cuma

Çocuklar Kurban Kesimini İzlemeli mi ?

Zorlamamak kaydıyla belli bir yaştan sonra izletilmesinin faydası bile vardır.Maalesef dünyada kötü olaylar sıklıkla yaşanıyor.Savaşlar,kazalar,doğal afetler vs.Maalesef sık sık KAN ile karşı karşıya kalıyoruz.Böyle vahim durumlarda elimizin ayağımızın dolaşmaması için,ayılıp bayılmamak için hazırlıklı olmalıyız KAN görmeye.Yoksa böyle acı dolu anlarda kendimize veya yanımızdakilere yardımcı olamayız. Mesela bir deprem anında veya bir trafik kazasında,kendimizde yaralandık,yanımızdakilerde yaralandı,üstümüz başımız kan içinde kaldı.Daha önce kan görmeyen kişinin vereceği tepki ile görenin davranışları farklı olur.Kan görmeyen,ayılıp bayılmaya gidebilir,panik olur,ne yapacağını bilemez.En basidinden o akan kanı durdurmak bile aklına gelmeyebilir.Onun için kurban bayramlarında,belli bir yaştan sonra yavaş yavaş alışsa çocuklar fena olmaz diye düşünüyorum.Keşke hiç kan görmeden güzel bir hayat yaşayabilsek ama bu insan görünümlü mahlukatlar varken  çok zor.

8 Ekim 2009 Perşembe

Kendi Tohumumuzu Kendimiz Üreteceğiz


Türkiye tohumculukta dışa bağımlılığı ortadan kaldırmak için çok önemli adımlar atıyor.
Enerji Bakanı Hilmi Güler, Türkiye'nin nükleer tarım teknolojisiyle milli tohumları üreten birkaç ülkeden biri durumuna gelmesinin kendilerini heyecanlandırdığını söyledi. Güler, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu'na (TAEK) bağlı Ankara'daki Sarayköy Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi'nde incelemelerde bulundu. Güler, TAEK denildiği zaman son dönemlerde nükleer enerjinin gündeme geldiğini; ancak, bu merkezde tıp, tarım ve mühendislik alanlarında da çalışmalar yapıldığını anlattı.

ÜÇ VAZGEÇİLMEZ Türkiye'nin geleceğinin güvence altına alınması için üç önemli vazgeçilmez unsuru; enerji, su ve tohum olarak sıralayan Bakan Güler, yerli ve milli tohumlar geliştirmek istediklerini belirterek, "Burada genetikle oynanmıyor. Sadece nükleer teknolojiden yararlanılarak ürünler geliştiriliyor. Bu açıdan yan etki gibi bir durum söz konusu değil. Buradaki çalışmalarla gelecekte gıdada dışa bağımlı olmamayı hedefliyoruz. Nükleer tarım teknolojisinde milli tohumlarımızı üreten birkaç ülkeden biri durumuna gelmek beni çok heyecanlandırıyor" dedi.

http://www.taek.gov.tr/

Türk Milletine Oynanan Büyük Oyun ve Çengel Operasyonu

Türk Milletine Oynanan Büyük Oyun ve Çengel Operasyonu
Yıl 1988. Telaviv’de bir şeytanî tapınağında, şeytanîliğe yükselmiş Şimon Haim isimli kabalacı Haham, ekibine gizli bir talimat veriyor. Talimat bir planı kapsıyor. Şifrelenmiş talimat şöyle: “Yasefoğulları’nın çenesine kendi inançlarını çengelleyip sürme zamanı geldi.”
Aslında bu yazıyı daha önceleri yazmak istemiş, fakat mevcut gerilime katkım olmasın diyerek rafa kaldırmıştım. Ancak yaşanan bazı hadiselerin toplumumuzda yaptığı etkinin, gitgide tahmin ettiğim yöne doğru gitmesi üzerine kaleme alma ihtiyacı duydum. Yine sevgili okuyucularımın değerli vaktini almamak için, bilgilerimin detayını değil, ana başlıklarını vurgulamak istedim.
Öncelikle örtünmenin Allah'ın emri olduğuna iman etmiş biriyim. Bu yüzden bazı ilahiyatçıların, örtünme ile ilgili "hamr" kelimesi yok şunu da kapsar yok bunu da kapsar, yani baş kastedilmiyor gibilerinden açıklamalarına katılmadığımı ifade ederek bu konuda polemik bir yazı yazmaya gerek duymuyorum.
Ancak içimde ukte kalmaması için, sadece birkaç ilahiyatçının, örtü anlamının birçok ifade barındırdığını ve hatta "masa örtüsü" anlamına bile gelebileceğini söylemesine bir çift kelime edeceğim müsaadenizle.
Demek istediklerim yazımın bütünündeki konu ile de irtibatlı.
1- İslam'da mantık mevcuttur. Hiçbir müslüman kadın, başına masa ve sehpa örtüsü vs.. gibi bir örtüyü herhalde takmaz. Allah'ın (cc), örtü kelimesiyle neyi kastettiğini apaçık görememek, en azından mantık açısından mümkün değildir.
2- Dinde zorlama yoktur. Herkes iradesini yaşar. Bu iki maddeyi yanlış anlaşılmamak adına yazdım. Şunları uzun uzun yazmaya gerek görmüyorum: Örtünmekten maksat, karşı tarafın dikkatini çekmemek, bazı duygularını harekete geçirmemektir. İşin püf noktası budur. Bunları bilmeyen yoktur herhalde?
Fakat ülkemizde bu püf noktayı çiğneyen başı örtülü, makyajlı, elleri ojeli, yolda ağzında sigara, toplumda kahkahalarla gülen, dikkatleri üzerine çeken, vücut hatlarını had safhada teşhir eden kıyafetler giyen bir zümre türedi. Örnekler çokta neyse...
Bir televizyon kanalında bir eşcinselin, "Artık Türkiye'de, sokaklarda başı kapalı kızları sevgililerinin kucağında görmeye alıştık." demesi bile bana bu yazıyı yazdıramamıştı. Tâki Defileye kadar. (Nisan ayının sonlarındaki meşhur tesettür defilesi rezaleti.)
Önce"KOD ADI: ÇENGEL" nedir kısaca anlatalım:
Yıl 1988. Telaviv'de bir şeytanî tapınağında, şeytanîliğe yükselmiş Şimon Haim isimli kabalacı Haham, ekibine gizli bir talimat veriyor. Talimat bir planı kapsıyor. Şifrelenmiş talimat şöyle: "Yasefoğulları'nın çenesine kendi inançlarını çengelleyip sürme zamanı geldi." Dedim ya detaya girmeyeceğim, ana başlıklar vereceğim sadece. Sözüme sadık kalayım.
Devam edelim. Şifrelenmiş bu talimatın şifresi Melâmi birliği üyelerince çözülür. Çözümlenen şifrede şunlar yazılıdır: "Yasefoğulları'na İslamî sosyete, moda, marka kavramları aşılayın." Bu aşılamayı kimlerin yaptığını açıklamaya herhalde gerek yok. İşbirlikçi işadamları, siyasetçiler, bir kesim medya vs...
Devam edelim. "Bu kavramları özgürlük, demokrasi söylemleri içinde sunun. Böylelikle toplumu parçalara bölün. Emelimiz olan vaad edilmiş topraklara girmemizin bir anahtarıda bu "çengel operasyonu"dur ki bunu Yehova emrediyor." Tabii bunlar ana başlıklar. Bunun belgesini istemeyin, uydurdum.(!) Bu kelimeye sığınmak çok hoş. Neyse devam edelim. Yasefoğullarından kasıt Türklerdir. Bilindiği gibi Yasefoğulları tabiri israiliyatta Türklere verilen isimdir. Şimdi size bir belge.
NOT: (Burada sözü edilen Tevrat ayetleri anlatmak istediğimiz konu bütününü teşkil eder. Okuyucularımızın Tevrat'ın bir konuyu anlatan bölümünün ayrı ayrı ayetlere bölündüğünü bilmesi gerekir. Zira sözü edilen ayetlere ayrı ayrı göz atıldığında anlatmak istediğimiz anlaşılmayabilir. Bir not: Tevrat'ı yazanlar Tevrat'ın anlattığı bir konuyu, ayetlerini kısımlara ayırarak, ayetleri bölerek sonradan ayrı olarak yazmıştır. Bu söylenen ayetler birleştirildiğinde anlatmak istediğimiz bilgi anlaşılır. Tevrat bilginleri hangi ayetin hangisiyle birleştirileceğini Kabala'da sırlamışlardır. Okuyucularımızın dikkatine.)
Tevrat'ın Hezekiyel 38. bölüme bir bakın ne yazıyor? Hezekiyel 38: "Yasefoğulları'nın çenelerine çengel takacağım. Onları süreceğim." Tekvin kitabında da diğer ırkları ve ne yapacaklarını yazıyor. Gog, Magog, Roşu vs... Roj bakalım size tanıdık gelecek mi? Her neyse...
İşte "çengel planı"ndan bir kesit. İçinde inançları kullanmaktan tutun bölücülük, küresel masalları, neler neler var... Bunları uydurmuyorum. Şimdi gelelim ülkemizdeki defile konusuna. Yukarıda yazılanlar size bir şeyler hatırlatıyor mu? "Çene altı mı üstü mü?" "Çengelli iğne ile kapatılsın." vs... Acaba birileri çengel mi atmışlar çenelerimize ne dersiniz?
1-İslamî sosyete kavramı: Bunu İslamî diye açıklamak doğru değil tabii. Her ne kadar İslam adına birileri benimsese de sosyete kavramı bize ait değildir. Moda kavramı bize ait değildir.
İslamî elit oluşturma faaliyetlerine figüran olanlara bir hatırlatma: Soru: İslam'da elit seçkin olunur mu? Cevap: Olunur. Soru: Nasıl? Cevap: "Seçkinlik, üstünlük amel ve takvadadır." buyuruyor sevgili peygamberimiz (Sallallahu aleyhi vessellem) Soruyorlar: "Neden yahu? Müslüman jipe binemezmi? Cevap: Uzay mekiğine bile biner, bırak jipi. Ama müslümanlığın ölçüsü ile. Röportaj yapıyorlar sözüm ona sosyete Müslüman bayan ile: "Benim için örtümün, ayakkabımın, çantamın markası çok önemli." Peki MARKA kavramı ne kadar bizden?
Bir fiyat çıkarıyor iki bin YTL.
Bu ülkedeki ihtiyaç sahiplerinin yanından, "Bak ben Allah'ın emrini yerine getiriyorum." diye o şekil ve zihniyetle geçmek ne kadar bizden? Ben bilmiyorum, yanlış anlamamak adına soruyorum. İllâ bir modamız olsun istiyorsanız gelin -göstermelik değil, samimiyetle- ihtiyaç sahiplerine yardımı moda haline getirelim.
Bir anekdot: Geçenlerde bir bayanın kapanmak istediğini, fakat yaşananlardan dolayı "Beni de onlardan zannederler ve tepki gösterirler." diye vazgeçtiğini öğrendim.
Samimi birilerine de engel olunmuyor mu? Samimi örtünenleri hedef haline getirmiyormusunuz?
Şeytanın bir doktrini vardır: "İnsanlar dindar olsunlar ama ahlaklı olmasınlar." "İnsanlar dindar olsunlar ama aklını işletmesinler." Böyle çoğalan dindarların şeytana ve taraftarlarına bir zararı yoktur.
Yine kadınlara şekil veren, vermeye çalışan modacılara bir ayeti hatırlatırım.
Nisa/127: "Kadınlar hakkında fetvayı Allah verir." Yani erkekler, modacılar, toplum mühendisleri değil. Bu bacılarımız modacılara değil, Allah'ın kitabına baksınlar.
Çene ile ilgili bir başka ayeti daha Yüce Kuran'dan verelim. Yasin/8 "Biz onların boyunlarına çenelerine kadar dayanan halkalar geçirmişizdir. Bu sebeple başları yukarı kalkıktır."
Ayet açıktır, yorumlamıyorum.
Defiledeki manzaraları anlatmayacağım, herkes görmüştür. İslam adına bir sınıf meydana getiriliyor ve getirildi. Şimdi yine bazı elitler çobanı hakir görüyor ya. Aslında ismi ne olursa olsun; İslamî elit, falan elit fark etmez. İşin temelinde bir üstünlük her anlamda görülür ve gösterilir. Elit sorar: "Bu ne kadar bizden?" Haa hemen söyleyeyim. Çobana kurban olsunlar. Yedikleri peynirde, içtikleri sütte, giydikleri binlerce YTL'lik deri montlarda, ayakkabılarının görülmez markalarında çobanların imzası vardır. Bu elitlerde Ortaokul yıllarında çobanlık yapmış biri olarak soruyorum bu elitlere: "Yoğurt yapsana, peynir yapsana. Ee ben yapıyorum. Şimdi sen niye yiyorsun peki bunları, senle ben bir değilim ki?" Gelin samimi başını örten, hatta örtmeyenler legal bir eylem yapsınlar. Örtünmenin cevherine ihanet edenler için "Bunların bizle alakası yok." desinler ve o markalara boykot uygulasınlar. Tepki göstersinler. İslam taklidî imanı bile yermiş. Defilede el açıp dua eder pozlar taklidin taklidi, taklidin nakli, naklin nakiti olmasın sakın? Bilmiyorum. Kızmayın soruyorum sadece. "Çengel operasyonu"nu küçümsemeyin. Tarikat ve cemaatlerin içine sızmış Mossad, CIA ve diğer gizli servislerin elemanları var demiştim. İkinci kitabımda "yönlendirilebilirler" demiştim. "Yok, o kadar da değil." diyenler çıkmıştı. Şimdi hahamın kendisi itiraf etti. Belki bunu da uydurmuşumdur da tutmuştur. Yada aptala malum olur ya, ondan…. Irak'ta bir milyon insanı katleden Yahudi ve Hristiyan ortaklığına sığınmak, onlar gibi yaşamak ve "Biz müslümanız. Bizim hakkımız yok mu?" demek ne kadar bizden? İslam dünyasını terörist gören ittifaka, ABD'si ve AB'sine bir soru: "Daha önce İslam dünyası çok mu demokrattıda, şimdi demokrasi getiriyorum diye film çeviriyorsunuz?" Aslında bu soruyu bize soruyorum. Çünkü senaryoyu onlar yazıyor biz oynuyoruz. Neymiş, bizim haklarımızı AB koruyormuş! Bak bak! Irak, Afganistan, Filistin vs... onları niye katlediyorsunuz ? Bizi çok düşünüyorlar ya ondan. Peki ya bir Vatikan projesi olan Avrupa Birliği? (Hani 2008'de dünyada şeytan çıkarma ayinlerini serbest bırakan Papa'nın AB'si.) "Medeniyet", "uygarlık canım" ondan. AB'ye de bir tavsiye: Vatikan'dan Papa'yı çıkarın şeytan içinizden otomatikman çıkmış olur. Bir hatırlatmada Hz. Ömer'e (radıyallahu anh) atfedilen bir olayı yanlış nakledenlere. Rivayete göre Hz.Ömer bir kadının başındaki örtüyü "Sen cariyesin. Hür kadınla köle bir mi?" diye döverek çıkarmış. Bu bir iftiradır. Allah'ın dini, emirleri özgür kadına da gelmiştir köleye de. İşin aslı araştırılırsa doğrusunun şu olduğu görülecektir: Hz. Ömer (radıyallahu anh) efendimiz gayrı ahlaki yaşantısı ile meşhur bir kadının, kendini kamufle etme amacıyla mümine kadınlar gibi başını örttüğünü görünce, mümine kadınların onunla bir tutulmaması için "Olduğun gibi görün." gibilerinden, "Baş örtünü emellerine alet ediyorsun." diye örtünmenin cevherine saygısızlık olmasın amacıyla "Başından çıkar, mümine kadınlar gibi gözükme." diyerek kızmıştır. Şimdi gelelim yazının en başında söylediğim "masa örtüsü" meselesine, Hz. Ebubekir (radıyallahu anh), Allah yolunda mallarını harcamış ve çok fakir düşmüş. Öyle olmuş ki hanımıyla aynı elbiseyi ortak kullanarak namaz kılmış.Yani maksat örtünmeyse, fakir müslüman kadın, gerekirse başına masa örtüsünüde örter. Ve öyle samimi bacılarımın, analarımın, müminelerin ayaklarından öpüyorum. "İlla marka! Marka örteceğim!" diye tutturanlarada bir nazire olsun. Tabii eleştirdiğim o kesimin, istediği gibi giyinmesi demokratik hakkıdır. İstediğini yapsın. Ama neyi nasıl yaptığınıda düşünsün. Bunu söylemekte benim -en azından- demokratik hakkım. Çoğunda hakkımsa müslüman olmam sanırım. Türk milleti aslına dönerse, döndüğü aslında fazileti, maneviyatı bulacaktır. Hiç bir ithal bilgiye, yaşam tarzına ihtiyaç yoktur. Bu milletin özünde mukaddesat asıldır.
Bu konuyu noktalarken şu Ermenistan konusuna değinmeden edemeyeceğim. Yüce Türk bayrağını çiğneyen Ermenilere şunu söylüyorum: "Yakında bir deprem olursa, Türk'ün kapısına gelip buğday dilenmeyin." Devletimize de sesleniyorum: "Vatandaş olarak ülkemizde kaçak 60-70 bin ermeni çalışıyor. Bunların sınırdışı edilmesini talep ediyorum. Bu ülkenin, havasını soluyup, suyunu içip, ekmeğini yiyerek, Türk bayrağını çiğnendiği bir ülkeden gelip burada bulunmasınlar." Bir sözüm de "Soykırım var." iddiasındaki tüm Ermenilere, diyasporasına ve yandaşlarına. Bir sözüm dedim ama benim değil Hz. Mevlana'nın Mesnevi'den bir sözü .Türk milletine ağızlarıyla attıkları iftiraya cevap olsun…Şöyle diyor güzel veli: "Köpeklerin ağzı denize değmekle deniz murdar olmaz…"


Oktan Keleş'in bu yazısı biraz karmaşık olmuş ama içinde önemli konular var.
Hangi dinde olursa olsun ben kutuplaşmalara,ayrımcılığa karşıyım.Dolayısıyla tarikatlarıda anlamsız buluyorum.Allah bir tane Kuran bir tane,daha neyin ayrımı yapılıyor ? Her insan eşittir.İnsanlar arasında ayrım sadece iyi insan ve kötü insan olarak yapılmalıdır.
Başörtüsü konusuna gelince.Din profesörleri bile bu konuda anlaşamıyorlar.Ayetler,yok şu anlama gelir yok bu anlama gelir diye tezata düşüyorlar.Benim inanışıma görede bir şeyin haram olması için o yasaklanan şeyin insanlara veya çevreye zararı olması lazım.Kadının saçının görünmesinin ne gibi bir zararı olabilir ? Yazarın bahsettiği gibi bazı duyguları harekete geçirme gibi bir şey olabilir ama günümüzde kadınların saçından etkilenen kaç erkek var veya her tarafı kapalıyken bile etkilenebilen sapıklık düzeyinde erkeklerde var.Sapıkları hiç saymıyorum bile.Ama bırakında isteyen başını örtsün,saygı göstermek lazım.

Atatürk ve Hz.Muhammed, Bilinmeyen Gerçek !!!

(Can Ataklı 09.08.2008 Tarihli Yazısı)

Pazartesi akşamı Avrasya Televizyonu'nda Lale Şıvgın'ın sunduğu 'Beyin Fırtınası' programına katılmıştım biliyorsunuz. Programın diğer konukları Nevzat Yalçıntaş ile Erol Manisalı idi.

Nevzat Yalçıntaş program sırasında Atatürk'le ilgili küçük bir anekdota yer vererek 'Suudiler 1926 yılında sınırları içinde tüm mezarlıkları yıkıyorlardı. Atatürk sıranın Hazreti Muhammed'in kabrine geldiğini öğrenince bir telgraf çekerek, 'Eğer bir tek taşına bile dokunursanız ordumu aşağı gönderirim' demişti. Bunun üzerine Suudiler Hazreti Muhammed'in kabrine dokunamamıştı. Ama bu telgraf yok edildi' dedi.

Programın ana konusu kapatma davası olduğu için bu konu fazla uzun sürmedi. Programdan sonra Lale Şıvgın, yayının yapıldığı Doğatepe tesislerinde bizlere birer çorba ikram etti. Bundan yararlanarak Yalçıntaş'a 'Hocam programda anlattığınız olayın ayrıntılarını söyleyebilir misiniz?' diye sordum.

1981 yılında 12 Eylül askeri yönetimi Atatürk'ün 100. doğum yılı nedeniyle kapsamlı bir program hazırlamış. Prof. Yalçıntaş o dönemde İlim Kurulu'nun başına getirilmiş. Amaç Atatürk'le ilgili çeşitli kaynaklardan arşiv araştırması yapmak ve 'bilinmeyen Atatürk'ü' ortaya çıkarmakmış.

Yalçıntaş, 'Dışişlerinde Münir Bey vardı. (Soyadını hatırlayamadı) İyi bir araştırmacı ve arşivciydi. Ona Dışişleri Bakanlığı arşivlerinin araştırılması görevi verilmişti' diyerek anlatmaya başladı.

Sonra da sürdürdü: 'Bir gün Münir Bey aradı. Çok ilginç bir belge bulduğunu, bunu getirip göstermesi gerektiğini söyledi. O sırada benim çalıştığım başbakanlık binası ile dışişleri binası aynı yerde. Hemen atlayıp geldi. Çok heyecanlıydı.'

Prof. Yalçıntaş, Münir Bey'in gösterdiği belgeye baktığında çok şaşırdığını belirterek şöyle devam etti: 'Belge bir telgraf metniydi. Henüz yeni kurulan Suudi devletinin kralına gönderilmişti. Telgrafta 'Hazreti Muhammed'in mezarının yıkılacağını derin üzüntü içinde öğrendim. Bu kutsal emanete asla dokunamazsınız. Bir tek taşının bile zarar gördüğünü duyarsam orduyu aşağıya gönderirim' anlamına gelen cümleler vardı.'

Yalçıntaş, burada Hazreti Muhammed'in mezarı ile ilgili kısa bir detay anlattı. İngiliz işgali sırasında komutan olan Fahrettin Paşa'nın kabri terk etmemek için uzun süre direndiğini, aç kaldıklarını bu nedenle çekirge yiyerek beslendiklerini, sonunda İngilizler'in hiçbir şekilde dokunmamaları kaydıyla Hazreti Muhammed'in mezarını terk ettiklerini ancak kutsal emanetleri de yanlarına aldıklarını söyledi.

Şimdi gelelim belgenin bulunmasından sonraki gelişmelere, çünkü vahim ve ilginç olan bu: Nevzat Yalçıntaş'ın anlattığına göre Münir Bey belgeyi önce bir üst amirine götürüyor. Belge oradan daha yukarı taşınıyor. Sonunda müsteşara oradan da Bakan İlter Türkmen'e geliyor. Tabii Evren Başkanlığı'ndaki Milli Güvenlik Konseyi'nin de haberi oluyor.

Sorun şu: Bu belge ne yapılacak? Dönemin Atatürkçü komutanları ve onların emrindeki bürokrasi bu belgenin açıklanmasını istemiyor. Ancak belge de ortaya çıkmış bir kere. Sonunda o dönemde yazılan ve şimdi kitapçılarda tek nüshası bile kalmayan bir Atatürk kitabının içine, hiçbir anons yapılmadan konuyor.

Kısacası konu adeta kapatılıyor, sadece o tuğla gibi kalın kitabı sonuna kadar okuyanların dikkatini çekecek biçimde 'zevahiri kurtarmak' adına konuyor.

Peki bu belge şimdi nerede? Kimin koruması altında? Bu da bilinmiyor. Bilinen tek şey, Atatürk'ün İslam aleminin peygamberi Hazreti Muhammed'in mezarının ortadan kaldırılmasını önlemesi herkesten saklanıyor.

*****
Hazreti Muhammed Mescidi Nebevi'de yatıyor

Hazreti Muhammed 571 yılında doğdu 632 yılında vefat etti. Peygamberimiz Medine'de oturduğu evde toprağa verildi. Bu mezar bugün dünyanın en büyük camisi olan Mescidi Nebevi'nin içinde.

Mescidi Nebevi, Hazreti Muhammed'in Mekke'den Medine'ye göç etmesinden sonra ilk namaz kıldığı yer. Hazreti Muhammed, Medine'de oturduğu evin hemen yanına kentin ilk mescidini inşa ettirmişti. Bu mescit geçen yıllar içinde defalarca yenilendi. Bugün 600 bin kişinin aynı anda namaz kılabildiği Mescidi Nebevi'nin korumasını çok uzun yıllar Osmanlı askeri yapmıştı.

Arabistan'da mezar adeti yoktur. Ölüler herhangi bir yerde toprağa verilir, üzerine belirleyici bir şey konmaz. Bu nedenle sadece Hazreti Muhammed'in mezar yeri ile ilgili bilgi vardır. O'nun dışındaki İslam büyüklerinin mezarlarının yeri bilinmez. Bir süre önce Hazreti Muhammed'in annesine ait olduğu ileri sürülen bir mezar ortaya çıkarılmıştı. Ancak Suudi yönetimi bu mezarı da ortadan kaldırmış ve yerine otopark yapmıştı.

Atatürk'ün müdahalesi olmasa Suudiler, Mescidi Nebevi'nin hemen dibindeki Hazreti Muhammed'in mezarını da tamamen ortadan kaldıracaktı. Nitekim Hazreti Muhammed'le aynı yere defnedildikleri bilinen Sahabe'nin önde gelen isimlerinin mezar yerleri bugün dümdüzdür.

*****
Yaşar Nuri Öztürk: Ali Babacan araştırma izini vermedi

Nevzat Yalçıntaş'la sohbetimiz sırasında 'Bir gün Yaşar Nuri Öztürk Bey aradı. Benim bu anlattığımı duymuş, belgeye nasıl ulaşabileceğini sordu' dedi. Ben de 'Belgeyi bulmuş mu?' diye sorunca 'Onu bilemiyorum, ama galiba bir kitabına koymuş ben okuyamadım' dedi.

Bunun üzerine önceki gün Yaşar Nuri Öztürk'ü aradım. Öztürk, Yalçıntaş'ın anlattıklarını doğrulayarak, 'Ancak bunu henüz bir kitabıma koymadım. Araştırmayı aşağı yukarı tamamladım, Gazi Mustafa Kemal ve İslam isimli çok kapsamlı bir kitap hazırlıyorum, bunun bitmesi üç yılı alır. Konu bu kitapta yer alacak' dedi.

Milletvekili olduğu sırada bu belgeye ulaşmak için çok çalıştığını söyleyen Öztürk, 'Belge Dışişleri Bakanlığı arşivlerinde. Milletvekili sıfatımla bu arşivlerde çalışmak için bakan Ali Babacan'a başvurdum, ama bana izin vermedi' diye konuştu.

Öztürk'e 'Peki hocam, böyle bir belgenin açıklanmasını neden istemiyorlar?' diye sordum. Öztürk'ün cevabı çok ilginç oldu.

Şöyle dedi: 'Atatürk'ü din ve İslam dışı göstermek isteyenler elbette bu belgeden rahatsız olacaklardır. Bu nedenle dini siyasete alet edenler emperyalistlerle iş birliği bile yapabiliyor. Dincilerle İslamı reddedenler bu noktada birleşebiliyor.'

KISACASI:
Atatürk'ün müdahalesi olmasa Suudiler, Hazreti Muhammed'in mezarını da tamamen ortadan kaldıracaktı.

Abdülhamid'in Petrol Haritası

Abdülhamid'in petrol haritası

Nedense bu harita şimdiye kadar hiç gün yüzüne çıkarılmadı. Türkiye gerçekte bir petrol cenneti mi? Bakın neler var o haritada...
Türkiye'nin altı petrol mü kaynıyor? Yılların şehir efsanesi gerçek olabilir mi? 100 yıl önce Abdülhamid Han’ın petrol haritasında bu sorunun cevabı verilmiş. Star yazarı Aziz Üstel de bu konuyu köşesine taşımış...

Bakın o haritada neler varmış...

Habire tartışır dururuz ya?Türkiye petrol denizi üzerinde mi?Güneydoğu fokur fokur petrol kaynıyor mu? Türkiye petrol dolu ama yabancılar çıkarmamıza izin vermiyor mu?!

ABDÜLHAMİT ARAŞTIRMA YAPTIRMIŞ

Bütün bu soruların yanıtını biri vermiş zaten... Hem de tam 100 yıl önce. Sultan II. Abdülhamid! Özelllikle 19. yüzyılın son çeyreğinde, tüm dünyada gündeme gelen ve ne denli önemli olduğu herkesçe kabul edilen petrol araştırmaları için, Abdülhamid Han, olağanüstü çaba harcamış.

ANADOLU'NUN ALTI PETROL KAYNIYOR

Hazırlattığı, ‘tespit haritasında’, Anadolu’nun neredeyse tamamında, yüksek ölçekte petrol rezervi olduğu saptanmış!

Hazine-i Hassa’dan, yani kendi cebinden, parasını ödeyerek yabancı ve yerli mühendislere Musul ve Bağdat havalisiyle, Dicle ve Fırat nehirleri havzasında petrol taraması yaptırdı.

Alman Maden Mühendisi Paul Groskoph ve Habib Necip Efendi’nin başkanlığındaki araştırma birimi, 22 Ekim 1901’de çalışmalarını Abdülhamid Han’a sundu.

GİZLİDE KALAN HARİTA
Bugüne değin her nedense bir türlü yayınlanmayan bu harita, salt Güneydoğu’nun bilinen noktalarında değil, Hakkari ve Bitlis gibi illerde de petrol bulunabileceğini gösteriyor. Haritayı hazırlayan heyet, Bitlis Suyu denilen çayın kıyısı boyunca, önemli petrol rezervleri saptamış.

Heyet Başkanı Paul Groskoph, petrol noktalarını tek tek tespit ettiklerini aktarırken, izledikleri güzergahı da, ayrıntılı bir biçimde anlatıyor. Petrol havzasını karış karış dolaşan Groskoph, Siirt tarafında ve Dicle Nehri kıyısında zengin petrol rezervleri bulunduğunu vurguluyor.

GÜNEYDOĞU'NUN TAMAMINDA PETROL VAR
Güneydoğu Anadolu’nun neredeyse tamamı ve Doğu Anadolu’nun bir bölümünü kapsayan petrol haritası, Diyarbakır, Mardin, Bismil, Hazro Çayı çevresi, Sinan, Batman Çayı çevresi, Dicle Bölgesi, Midyat, Bedran, Tulan, Siirt, Botan Çayı çevresi, Habur, Fındık, Cizre, Bitlis Çayı kıyısı ve Hakkari’de (Çölemerik) çok önemli petrol yatakları bulunduğunu kaydediyor!!
[Resim: 0.20081224140532..jpg]
O HARİTA YAYINLANIYOR
Bu harita sonunda gün yüzüne çıkacak! Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, ‘Osmanlı Döneminde Irak’ adlı kitapta haritayı kamuoyuna sunacak.

Türkiye petrol denizi üzerinde mi? Sınırın öteki yakasında petrol çıkıyor da Güneydoğu'da niye çıkmıyor? Ya da başlayıp bitmeyen bir polemik; Türkiye'de petrol var ancak yabancılar çıkarmamıza izin vermiyor! Peki gerçekten petrolü bol denilen Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde petrol var mı? Bu soruya Sultan II. Abdülhamid yüz yıl öncesinden cevap veriyor. Sultan'ın hazırlattığı tespit haritasında Güneydoğu Anadolu'nun neredeyse tamamında yüksek ölçekte petrol rezervinin olduğu saptanıyor. Görevli mühendisler araştırmalarını Doğu ve Güneydoğu ile sınırlı tutmayıp Osmanlı toprakları içinde bulunan Zaho, Erbil, Kerkük, Süleymaniye, Musul ve Bağdat gibi bölgeleri de tarıyorlar. İşin en ilginç tarafı yüz yıl önce hazırlanan petrol haritasının birçok yerinde hâl-i hazırda petrol çıkarılıyor olması. 6 ay önce Barzani ailesi tarafında Habur Çayı'nın öteki kıyısında çıkartılan ve Türkiye'nin, tabir yerindeyse, iştihanı kabartan petrol kuyuları bunlardan sadece biri.

BİTLİS'TE PETROL

Sultan II. Abdülhamid özellikle 1800'ün son çeyreğinde tüm dünyada gündeme gelen ve stratejik bir maden olduğu kabul edilen petrol için büyük çaba harcadı. Yetişmiş jeoloji ve maden mühendisi olmaması Devlet-i Aliye'nin elini kolunu bağlıyordu. Ancak uğruna savaşların çıkartılacağı, yeni bir dünya düzeninin oluşturulacağı petrolün ehemmiyetini anlayan Abdülhamid sıkıntıları kendi fedakarlıkları ile aştı. Hazine-i Hassa'dan, yani padişahın şahsi malından ödenek çıkartılarak geniş kapsamlı bir petrol rezervi çalışmasına girildi. Sultan'ın kendi parasıyla yaptırdığı çalışmada yabancı ve yerli mühendisler yer aldı. Musul ve Bağdat havalisinde, Dicle ve Fırat nehirleri havzasında petrol taraması yapıldı. Alman maden mühendisi Paul Groskoph ve Habip Necip Efendi yönetimindeki araştırma ekibi çalışmalarını 22 Ekim 1901'de Sultan II. Abdülhamid'e sundular.

Bu zamana kadar söylenen ancak mahiyeti hakkında bir bilginin bulunmadığı "Sultan'ın petrol haritası" sadece Güneydoğu'da değil, Hakkâri ve Bitlis gibi illerde de petrol bulunabileceğ ini öngörüyor. Haritayı hazırlayan heyet, Bitlis Suyu denilen çayın kıyısı boyunca önemli petrol rezervleri tespit etmiş. Heyetin başkanı Paul Groskoph, petrol noktalarını tek tek tespit ettiklerini aktarırken, takip ettikleri güzergâhı da detaylı bir biçimde anlatıyor. Petrol havzasını dolaşan Paul, Siirt tarafında ve Dicle Nehri kıyısında zengin petrol rezervlerinin bulunduğunu belirtiyor. Dicle Nehri kıyısındaki noktalarda yeterli araştırmayı yükselen sulardan dolayı yapamadıklarını da raporuna ilave eden Paul, nehrin kıyısı dışında, Dicle'nin kıyı şeridi boyunca uzayıp giden yüksek dağlarda da petrol bulunduğunu kaydetmiş. Yine de o dönemin teknik imkanları açısından 900 metre yükseklikteki bu dağlardan petrolün çıkarılması ve nakliyatının zor olacağını eklemeyi unutmamış raporuna.

Güneydoğu Anadolu'nun neredeyse tamamı ve Doğu Anadolu'nun bir kısmını kapsayan petrol haritasında Diyarbakır, Mardin, Bismil, Hazro Çayı etrafı, Sinan, Batman Çayı etrafı, Dicle bölgesi, Midyat, Bedran, Tulan, Siirt, Botan Çayı etrafı, Habur, Fındık, Cizre, Habur Çayı etrafı, Bitlis Çayı kıyısı ve Hakkâri (Çölemerik)'de önemli petrol yataklarının bulunduğu kaydediliyor.

HARİTA İLK KEZ YAYIMLANIYOR

Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da çalışmalarını tamamlayan heyet daha sonra bugün Irak sınırları içinde kalan merkezlerde petrol taramasına devam ediyor. Kerkük, Babagürgür, Zaho, Süleymaniye, Bağdat, Musul ve Altınköprü'deki petrol noktaları kilometre ve yerleşim yerlerine göre yön tayini yapılarak kayıt altına alınıyor. Raporda Kerkük ve şehre 15 kilometre uzaklıktaki Babagürgür bölgesinde yoğun miktarda petrol rezervinin bulunduğu belirtiliyor. Babagürgür bölgesinin II. Abdülhamid'in şahsî malı olduğu, ve bu topraklarda Türkiye'deki Nefçi ve Doğramacı ailesinin pay sahibi olduğu biliniyor. Ekip yaptığı tetkikler sonucunda en kaliteli petrolün Bağdat yakınlarındaki El-Kayra ile Mendel'de olduğu sonucuna da varıyor.

Ulaşımın Dicle'de sal üstünde, karada da at ve eşek sırtında yapıldığı bir dönemde aylarca süren bir çalışma sonunda Başmühendis Paul Groskoph, ince detayların yer aldığı raporun sonuna iki önemli noktayı da ilave etmeyi unutmuyor: "Dicle ve Fırat nehirleri havzasında zengin ve mühim petroller bulunuyor. Bunların işletilmesi ve pazarlanması için Bağdat'a uzanan bir tren yolu lâzım. 1889'da inşaatına başlanan ve 1902'de biten demiryolu petrolün Anadolu'ya taşınmasını sağlayacaktır. Bunun için ana hatta sadece birkaç ilave ek hattın yapılması yeterlidir." Başmühendisin ikinci notu ise iyi değerlendirilmesi durumunda bu petrol coğrafyasının gelecekte dünyanın en önemli merkezlerinden biri olacağı şeklinde.

Kısa bir zamanda bu kadar noktada tarama yaptırarak günün kıt imkânlarına rağmen petrol tespitini belgelendiren Sultan II. Abdülhamid'in saltanat ömrü petrol çıkartmaya yetmedi. İlk kez yayımlanacak olan 'Sultan'ın petrol haritası' Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü tarafından hazırlanan ve önümüzdeki günlerde kamuoyuna sunulacak olan "Osmanlı Döneminde Irak" isimli kitapta yer alacak. Devlet Arşivleri Genel Müdür Yardımcısı Doç. Dr. Mustafa Budak, bu çalışmayla Irak'taki Osmanlı'yı kamuoyuna sunacaklarını belirtiyor. Kitabın editörlüğünü yapan Cevat Ekici de kitaptaki birçok belge ve çizimin, özellikle de petrol bölümündeki haritaların halen üzerinde çalışılmaya değer belgeler olduğunun altını çiziyor.

Çalışmanın kapsamı petrol haritası ve bununla ilgili raporlarla kısıtlı değil. Hazine-i Hassa'ya devredilen petrol hakları ve bununla ilgili yazışmalar da bulunuyor kitapta. 18 Kasım 1902'de Yıldız Sarayı'na gönderilen belgede Musul vilayetindeki petrol madenlerinin imtiyazının Hazine-i Hassa'ya verildiği kaydediliyor. Daha sonraki tarihlerde padişaha ait araziler Maliye Hazinesi'ne devrediliyor. Ancak 12 Ocak 1920'de Maliye Hazinesi'ne devredilen padişaha ait bütün malların tekrar Hazine-i Hassa'ya devri için bir kararname çıkartılıyor.

Aksiyon dergisinin 480. sayısında yer alan "Hanedan Musul'u istiyor^" başlıklı haberde, Osmanoğullarını n Sultan Abdülhamid'ten miras kalan Musul'daki gayrimenkullerini almak için hukuki bir mücadele başlattıklarına yer veriliyordu. Aynı haberde hanedanın mirasçılarının daha önceki dönemlerde Musul'daki gayrimenkulleri dava yolu ile kazandıkları, ancak birtakım siyasi manipülasyonlar sebebiyle bu kararın uygulanmadığı da vurgulanıyordu.

65 NOKTADA PETROL TESPİT EDİLMİŞ

1. Diyarbakır,2. Mardin,3. Bismil,4. Hazro Çayı,5. Sinan,6. Batman çayı,7. Dicle,8. Midyat,9. Bedran,10. Bitlis Suyu (çayı),11. Tulan,12. Siirt,13. Botan çayı,14. Habur,15. Fındık,16. Cizre,17. Dehuk,18. Zaho,19. Habur çayı,20. Hakkari (Çölemerik),21. Ahmediye,22. Bisan,23. Alkuş,24. Akra,25. Büyük Zap,26. Revanduz,27. Musul,28. Karakuş,29. Nemrut,30. Küçük Zap,31. Erbil,32. Köysancak,33. Altınköprü,34. Şargat,35. Hamrin Dağı,36. Kerkük,37. Taşhurmatı,38. Tavuk,39. Karadağ,40. Süleymaniye,41. Karadağ,42. Aksu,43. Tuzhurmatı,44. Kefri (Salahiye),45. Deli Abbas,46. Tikrit,47. Samara,48. Haso çayı,49. Narbin Suyu,50. Diyale Suyu,51. Ramadi,52. Felluce,53. Mendeli,54. Bakuba,55. Kazımiye,56. Bağdat,57. Museyyeb,58. Hılle,59. Kerbela,60. Hit,61. Fırat,62. Anah,63. El-Kadim,64. Ebu Kemal,65. Meydani

HARİTA BİLİNMİYOR AMA ABDÜLHAMİT'İN PETROLE İLGİSİ MEŞHUR

II. Abdülhamid'in petrol ile ilgili çalışmaları daha çok genel olarak biliniyor. Kapsamlı ve detaylı bir şekilde bilinmiyor. Bu haritanın ortaya çıkarılması önemli bir gelişmedir. Abdülhamid dünyadaki değişimi yakından takip ediyordu. O dönemlerde petrolün yeni kullanım alanları bulduğunun da farkındaydı. Artık motorlu taşıtlar yaygınlaşıyor ve bunlarda petrol kullanılıyordu. Donanmaları ile dünyayı idare etmeye çalışan İngilizler kömürle çalışan gemilerini artık daha pratik olan petrolle çalıştırmaya başlamışlardı. Abdülhamid bunların hepsini biliyor ve petrolün gelecekte stratejik bir silah olacağının hesabını yapıyordu. Bu yüzden Musul'un petrol arazilerini satın aldı. Çünkü İngilizler ısrarla burayı istiyordu. İngilizler, 1. Dünya Savaşı'nda Bağdat'ı almak için harcadıkları paranın 7 mislini Musul'a sahip olmak için harcadılar.

Gazeteci Yiğit Bulut ' un 10.12.2007 tarihli yazısı

Türkiye’de petrol var mı?

Bu soruya tek bir yazı içinde “detayları ile cevap vermek” mümkün değil. Bu yüzden “yaptığım araştırmalardan” elde ettiğim sentezi size aktarmak ve sonrasında konuyu geçmişten bugüne detaylandırmak istiyorum; evet, Türkiye’de ve çevresinde hatta karasularımız içinde kalan bölgelerde “petrol var”...

Ne zaman çıkarılacak derseniz; Türkiye, yabancılar tarafından tam olarak kontrol edilip, yapılacak düzenlemeler ile “yabancı petrol devleri” bize hiçbir şey vermeden “petrolün tamamını alabilir” hale geldiklerinde, Türkiye’nin her yerinden petrol fışkıracak...

Sevgili dostlar, bu sentez cümlesini yazmak için aylardır araştırma yapıyorum. Binlerce sayfa resmi belge inceledim. Size bu belgelerde adı geçen yörelerimizden birkaç örnek vereyim; Adıyaman, Edirne, Antalya, Hakkari, Sivas, Saros Körfezi, İskenderun, Erzurum, Van , Kastamonu ve daha sayamayacağım birçok bölgemizde “arama-kapatma-engelleme” şeklinde gerçekleşen, “yaşayanların” resimleri ile kaydettiği yüzlerce olay var. Birini tam olarak aktarayım; Adıyaman’da petrol araması yapan yabancı ortaklı bir şirket “Burada petrol yok” diyerek kuyuyu kapatıyor. Prof. Muammer Aksoy ve yanındakiler savcılığa başvurarak “bu kuyunun” bilerek kapatıldığını iddia ediyorlar. Savcı 3 yıl bu olay üstünde araştırma yapıyor ve 3 yıl sonra bu kuyu açılıyor. Bugün hâlâ o kuyudan saate 20 varil petrol üretiliyor...

Sevgili dostlar, günümüzde tartışılan “petrol kanununa” geçmeden biraz geriye gitmek ve 1952 yılına dönmek istiyorum. O zaman tartışılan konu yine petrol. Bir kanun yapmak gerekli ve aranan isim hemen bulunuyor; İsrail petrol kanununu yapan hukukçu-jeolog Max Ball.

Dönemin Başbakanı Adnan Menderes, Ball’ın gelişi dolayısıyla şu açıklamayı yapıyor; “Biz, petrol kaynaklarımızın üretilmesinde ecnebi sermaye ile işbirliğinin zaruri olduğuna inanan bir parti ve hükümetiz...” Aynı dönemde İsmet İnönü’den karşı açıklama geliyor; “Tarihten yabancılar kapitülasyonlar himayesiyle Türkiye’yi istismar ettiler, petrol kanunu bir kapitülasyon kanunudur. Biz bu memleketi sokakta bulmadık yabancı ellere kaptırmayız. Bu kanunun her maddesi Türk Devleti’nin petrol işletmemesi üzerine kurulmuştur. Bırakmam yakalarını...” Böyle söylüyor ama 1960 sonrası “gücüne” rağmen, İnönü dahi bu yasayı asla “elleyemiyor.”

Gelelim bugüne...

Son hükümetlerimiz tarafından yapılan “Türk Petrol Kanunu” ile ilgili detaylara geçmeden bir çıkarım yapmam gerekli; Max Ball tarafından yapılan düzenlemeler dahi “atılan son adımlardan” çok uzaktı. Bu kadar ileri gidip kendi elimizle “her şeyimizi vereceğimizi” ve bunu kabul edeceğimizi o dönemin “Kemal Derviş’i” olan Max Ball dahi düşünememişti.

Peki TBMM’den geçen ve yabancıların dahi “aslında bu kadarını almayı beklemediği” detaylar neler?

Bugün yer kalmadığı için TBMM’den geçen kanunun maddelerini, özellikle teknik kurnazlık ile içine saklanan detayları, kısaltarak atlamak istemediğim için yarına bırakıyor ve ana fikri dağıtmadan “yazının devamını kaçırmayın” diyerek size bugünün sonuç cümlesi ile veda etmek istiyorum.

Sonuç: Konu çok uzun ve “üzerinde çok tartışmamız” gerekli. Bana inanıyorsanız; yaptığım araştırmanın sonucu çok açık: Türkiye’de petrol ve doğalgaz var. Var ama yabancılar “hukuken”, “bunları çıkarıp, parasıyla bize satar” konuma gelene kadar çıkması çok ama çok zor!

Dün “Türkiye’de petrol var mı?” sorusunu sormuş ve “Menderes hükümetlerinden” bugüne “özellikle Kemal Derviş’in ilk sürümü” olan “yabancı uzman” Max Ball’dan bahsetmiştim.

Bugün konuya kaldığımız yerden devam edeceğim. Yalnız son hükümetlerimiz tarafından yapılan “Türk Petrol Kanunu” ile ilgili detaylara geçmeden bir çıkarım daha yapmam gerekli; Menderes döneminde Türkiye’ye gönderilen Max Ball tarafından yapılan düzenlemeler dahi “atılan son adımlardan” çok uzaktı. Bu kadar ileri gidip kendi elimizle “her şeyimizi vereceğimizi” ve bunu kabul edeceğimizi o dönemin “Derviş’i” olan “Ball kardeşimiz veya üstadımız” dahi düşünememişti.

Peki beni bir vatandaş olarak dehşete düşüren “ne var” petrol kanunumuzda?

İşte TBMM’den geçen son petrol kanunumuzdan bazı ayrıntılar;

- Petrol arama ve üretim faaliyetinde bulunmak için yapılan başvurunun değerlendirilmesinde, önceki yasanın ilk kriteri olan “talebin milli menfaatlere uygun olması” ölçütü yasadan çıkarılarak; öncelikle ülke yararını gözetme anlayışından vazgeçilmiştir.

- “Yabancı devletlerin doğrudan doğruya veya dolayısıyla idaresinde etkili olabilecekleri şirketler ile yabancı bir devlet için veya yabancı bir devlet namına hareket eden şahısların, petrol faaliyetinde bulunamayacakları, mülk edinemeyecekleri, tesis kuramayacakları” hükmü yeni yasa ile çıkarılarak; stratejik öneme sahip bir konuda yabancı devletlerin belirleyici olması önündeki engeller ortadan kaldırılmıştır.

- Yabancı şirketlere ürettikleri petrol üzerinde sınırsız tasarrufta bulunarak, tamamını ihraç etme hakkı getirildi. Olağanüstü durumlarda bile üretilen petrolün ülke içinde kullanılması ve memleket ihtiyacını gözetme zorunluluğu kaldırıldı.

- Yabancı şirketlere sınır tanımaksızın her yerde faaliyette bulunma hakkı getirildi.

- Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’nın mevcut yasada bulunan devlet adına petrol arama ve üretim faaliyetlerinde bulunma hakkı kaldırılarak, özelleştirilmesinin önü açıldı.

- TPAO yabancı şirketlerle aynı statüde değerlendirilmeye alındı. Önceki yasada yer alan Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’nın diğer şirketlerden daha fazla arama ruhsatı alabilme hakkı, tasarı ile kaldırıldı. TPAO’nun ruhsat sayısındaki avantajlı konumu yok edildi.

- Üzerinde arama veya işletme hakkı bulunmayan bir sahanın, işletme ruhsatnamesi mevzu olarak, müzayedeye çıkmadan önce, TPAO’ya teklif edilerek, TPAO’ya işletme ruhsatının verilmesine ilişkin mevcut yasa maddesi kaldırılarak, kamu kuruluşumuzu diğer yabancı şirketler karşısında gözetme anlayışı terk edildi.

- Türkiye, sadece kara ve denizler olmak üzere iki bölgeye ayrılarak, ruhsat alanları karada 100.000 denizde 1.000.000 hektara, ruhsat süreleri de karada 5, denizde 8 yıla yükseltildi. Ruhsat sayısına hiçbir sınırlandırma getirilmeyerek, tek bir uluslararası şirketin veya yabancı bir devlet şirketinin bütün ülkeyi kapsayacak alanda tek başına ruhsat sahibi olmasına imkân verildi.

- Arama ruhsatlarından hektar başına alınan devlet hakkı geliri tamamen kaldırılarak gelir kaybı yaratıldı.

- Ham petrolden alınan yüzde 12.5’lik devlet hissesi oranı, günlük üretim miktarına göre kademeli olarak yüzde 2’ye kadar indirildi ve bunun sonucu olarak üretimden sağlanan ülke mevcut geliri yüzde 70 azaltıldı.

- Denizlerde bulunacak petrol üretiminden alınacak devlet hissesi oranlarının düşürülmesinden sonra, su derinliğine bağlı olarak yüzde 30’a varan ilave indirimler getirildi.

Son söz: İki bölümlük yazının sonuna geldik. Yeni düzenlemelerden bazı bölümleri sizlere aktardım. Aleyhimize “korkunç” maddeler ve ne sizin ne benim “konuyu bilmediğimiz” için ilk bakışta göremeyeceğimiz “inanılmaz teknik kazıklar” var. Böyle bir düzenleme “silah zoru olmadan” nasıl çıkar hâlâ anlayabilmiş değilim... Uzun lafın kısası: 1952’de Max Ball’ın “bunları da kabul ettirebilir miyim” diye hayal dahi edemeyeceği her şeyi, “TBMM okumadan kabul etmiş!” Helal olsun vekillerimize

Azınlıklar

Atatürk'ten muhteşem bir ders
Konu azınlıklar. İnönü bir yasa çıkarmaya hazırlanıyor. Atatürk'ün huzuruna çıkıyor. Bu muhteşem anekdotu okuyun deriz!
Bugünlerde "özür diliyoruz" kampanyası ile Türkiye yine bir "azınlık" sendromu yaşamaya başladı. İşte bu dönemde Atatürk ile İnönü arasında yaşanan bir olay ders niteliğinde. Sabah'dan Yavuz Donat o anekdotu şöyle aktarıyor;

Başbakan İnönü saat 18.00 sularında Florya Köşkü'nde Atatürk'ü ziyaret etmiş:
- Hayırdır İsmet... Habersiz geldin.
- Paşam, azınlıklar meselesi... Konuyu Meclis'e getireceğiz... Ne diyorsunuz?
- İsmet bugün geç oldu... Yarın sabah erkenden gel, konuşalım.
İnönü çıkınca Atatürk "bütün görevlileri" toplamış:
- Sadece laleler kalsın... Bahçedeki diğer bütün çiçekleri sökün, atın... Derhal.
İsmet Paşa sabah gelmiş, bahçenin "halini" görmüş ve "görevlilere" sormuş:
- Ne oldu böyle?
- Gazi Paşa Hazretleri emrettiler, söktük.
Başbakan İnönü, Cumhurbaşkanı Atatürk'ün odasına girmiş:
- Paşam, bahçenin durumu nedir?
- Azınlıkları söküp attım İsmet.
İnönü "anladım" dercesine başını öne eğmiş:
Atatürk:
- İsmet, ben "Ne Mutlu Türküm Diyene"
sözünü boş yere söylemedim... Kendini Türk hisseden herkes bu vatanın öz evladı... Ben hayatta olduğum sürece bu böyle bilinsin... Ve sakın azınlıklar ile ilgili bir kanun çıkarılmasın.
"Bunları" dün bize Ateş Ünal Erzen anlattı. "İnan Kıraç'tan dinledim" dedi. Belediye Başkanı Erzen, Ermenilerin "Sevgi Sofrası" adını verdiği kutlamalarda bu "olayı" anlatmış. Dinleyenler ağlamaya başlamışlar.

Kaynak:İnternetHaber
[Resim: 75750.jpg]
İnsanların dili,dini,ırkı ne olursa olsun.Kimse vatanına ihanet etmemelidir.Kimse ekmeğini yediği toprakları pisletmemelidir

Düşünmek İbadettir

Düşünce, aklımızın gücü, mantığımızın parçasıdır.
Düşünce, çalışma ve planlamanın alt yapısıdır.
Düşünce, dış dünyamızın belleğimizde şekillenmesidir.
Düşünce, insanı diğer canlılardan ayıran bir özelliktir.

Düşünmek, insanı bilgiye ulaştırır. Bilginin başı düşünmektir. İnsan hem olumlu, hem olumsuz düşünceye sahiptir. İnsan olumsuz düşünceyi, olumlu düşünceye çevirmesini bilmelidir. Olumlu düşünce mutluluğa, olumsuz düşüce mutsuzluğa götürür. İnsan doğru düşünce ile hedefine ulaşır.
[Resim: Question.jpg]

Her şeyin temelinde yüce yaratıcının düşüncesi vardır. Düşünmek ibadettir. Peygamberimiz buyuruyor: “Bir saatlik düşünme, bin yıllık nafile ibadetten daha hayırlıdır.”

Düşünme bir felsefedir. Felsefe de düşünme bilimidir.

Başlangıçta bütün bilimler felsefenin içindeydi. Zamanla felsefeden ayrılarak bağımsız bilim haline geldiler.

Felsefe, Tales ve Sokrat’la başlamış, Eflatun ve Aristo ile gelişmiştir.

Dekart diyor ki: “Düşüyorum, öyleyse varım.” Var olan insanı da, bir var eden vardır. O da varlıklar ötesi varlık, üstün varlık Allah’tır. Allah, varlıkların ötesinde ve üstündedir. Doğmamıştır, doğrulmamıştır. Onun eşi ve benzeri yoktur. Bütün varlıklar onun eseridir.

Kuran-ı Kerim’de bazı ayetlerin sonunda insanoğlu düşünceye davet edilir. Hz. İbrahim peygamber de, Allah’ın varlığına düşüncesiyle ulaşmıştır. Kral Nemrut, halkını sindirmiş, kendini tanrı olara kabul ettirmiştir. Hükümdarın ilahlığını kabul etmeyen İbrahim peygamber, arayış içine girmiş; gün batmış; karanlık çökmüş; yıldızlar ortaya çıkmıştır. Yüce kudretin yıldızlar olabileceğini düşünmüş, biraz sonra ay doğmuş; yüce kudretin ay olabileceğini düşünmüş; sabah olmuş güneş doğmuş; yüce yaratıcının güneş olabileceğini düşünmüş; akşam olmuş, tekrar yıldızlar doğmuş aynı düzene dönülmüştür. İbrahim peygamber büyük bir yanılgı içinde olduğunun farkına varmış ve demiştir ki: “Ben yıldızları da ayı da güneşi de yaratan, onların ötesinde üstün bir varlığa inanıyorum. Oda benim yaratıcım ve benim İlahım.”

İslam dünyasında büyük düşünürler yetişmiştir. Bunlardan Farabi, İbni Rüşt, İbni Sina ve Harezmî; felsefe- mantık- fizik- matematik- astronomi ve tıp alanında verdikler eserlerle sembol olmuşlardır.

Farabi, İslam felsefesinin kurucusu olup alanında bir ekol olmuş; İbni Rüşt, Avrupa’da en çok tanınan filozof olup orta çağ Hıristiyan dünyasında kendisi ile ilgili bir akım meydana getirmiş; Uluğbey, Bağdat Nizamül Mülk medresesinde ilk uzay çalışmasını başlatmış; Harezmî, ise Cebir ilmininin kurucusu olmuştur.

İlim şarkta doğmuş ve gelişmiş, garp da meyvelerini vermiştir. Bazı İslami eserlerin batı dillerine çevrilmesiyle, Avrupa’da Reform ve Rönesans hareketleri başlamış, hatta bu eserlerden bazıları 19.yy. başlarına kadar Avrupa üniversitelerinde ders kitabı olarak okutulmuştur.

Konuyu peygamberimizden bir haberle bitirmek istiyorum.

Peygamberimiz yanında birkaç sahabe ile birlikte yürürken yolun kenarında bir adamı gördüğü halde selam vermeden geçip gider. Dönüşte aynı yerden geçerken adama selam verir.

Yanındakiler sorarlar: Ya Rasülellah!

— Giderken niçin selam vermediğiniz halde, dönüşte adama selam verdiniz?

Peygamberimiz buyurdu ki:
—O kişi, biz giderken tembel uyuşuk bir vaziyette oturuyordu. Dönüşte baktım ki, toparlanmış elinde bir çomakla toprağa bir şeyler çiziyor. Belli ki düşünüyor. Düşünmek, çalışmanın başlangıcıdır.

Netice olarak diyoruz ki:

İNSAN BÜYÜK VE OLUMLU DÜŞÜNMELİDİR.